EKONOMİ POLİTİKALARINDA STRATEJİK
DEĞİŞİM:
DÜŞÜK FAİZ-YÜKSEK KUR POLİTİKASI VE
OLASI ETKİLERİ
(Zafer YÜKSELER, 1 Aralık 2021)
GİRİŞ:
TCMB Başkanı, 2021 yılı Ekim ayında politika faizinin 200
baz puan düşürülmesi sonucunda artan döviz kurlarına gösterilen tepkiler
üzerine şu açıklamayı yapmıştır; “döviz kurlarındaki yükselişin ekonominin
rekabet gücünü artıracağı, cari işlemler dengesinde fazla yaratacağını ve bu
fazlanın ortaya çıkaracağı döviz bolluğunun döviz kurlarını ve enflasyonu
olumlu etkileyeceğini” belirtmiştir. Bu değerlendirmenin ardından, enflasyon ve
enflasyon beklentileri yükselirken, Kasım ayında da politika faizi 100 baz puan
düşürülmüş ve Aralık ayı içinde indirim sinyali verilmiştir. Toplamda 400 baz
puanlık indirim sonrasında, düşük faiz ve yüksek kurun ekonominin yararına
olduğu söylemi her düzeydeki iktidar mensupları tarafından benimsenerek
savunulmuştur. Ancak bu söylem piyasalarda kabul görmemiş ve döviz kurlarında
şok hareketler başlamıştır. 17 Kasım 2021 tarihinde 10,17 lira dolar kuru, 23
Kasım tarihinde 11,17 liraya, 25 Kasım tarihinde ise 12,61 liraya yükselmiştir.
Böylece bir hafta içinde dolar Türk lirasına karşı yüzde 24 değer kazanmış ve
gün içinde kurda aşırı bir oynaklık ortaya çıkmış ve dolar Kasım sonunda 13
lirayı geçmiştir.
Türk lirasının değer kaybındaki bu
hızlanış sonrasında, düşük faiz yüksek kurun faziletleri konusunda yaygın bir
kampanya başlatılmıştır. Kurdaki artışın çok yararlı olduğu, ekonomide ciddi
bir yapı değişiminin yaşanacağı ve nihayetinde üretim, yatırım ve istihdam
artışının gerçekleşeceği koro halinde tekrarlanmaya başlamıştır. Hazine Bakan
Yardımcısı “Türkiye ekonomisini sadece döviz kurunu baz alan dar bakış açısı
yerine büyük pencereden değerlendirmemiz gerektiğini” ifade etmiş ve “Düşük
faiz politikası sonucu TL’ye yapılan manipülatif atakların ekonomiye ciddi
zararlar veremeyeceğini” belirtmiştir. Ayrıca “tüm kesimler tarafından dikte
edilen “yüksek faiz, düşük enflasyon” politikasının yanlışlığını yapısal cari
açık veren ülkemiz özelinde tekrar değerlendirilmesi gerektiğini” ifade etmiştir.
EKONOMİ YÖNETİMİNE
SORULAR:
Bu aşamada ekonomi yönetimine sorulması gereken bazı
sorular bulunmaktadır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz;
·
Yüksek
kur bu kadar yararlı ise niçin 2003-2016 döneminde tersine politikalar
izlediniz? Özellikle 2003-2010 döneminde Türk lirasının aşırı değerlenmesine niçin
göz yumdunuz? Hazine Bakan Yardımcısı sosyal medyadan yaptığı bir
açıklamada ”2013’ten beri düşük faiz politikası uygulamaya yeltendiklerinde
güçlü bir itirazla karşılaştıklarını” bu nedenle düşük faiz yüksek kur
politikasını uygulayamadıklarını ifade etmektedir. Ancak bu bahane tek başına
iktidarda olan bir parti için gerçekçi bulunmamaktadır.
·
Yüksek
kurun bu kadar fazileti varsa, 2019-2020 döneminde Türk lirasını savunmak için
niçin 128 milyar dolar rezerv erittiniz? Rezervler iddia edildiği gibi sadece
Covid-19 salgını ile mücadele için kullanılmamıştır. Rezervin yaklaşık 52
milyar doları Covid-19 salgını öncesi dönem olan Ocak 2019-Şubat 2020 döneminde
harcanmıştır.
·
Niçin son
dönemlerde 2021 Eylül ayına kadar “yüksek faiz, düşük enflasyon” ilişkisine
göre politika faizi belirlediniz? 2018 Mayıs sonrası enflasyon ve politika
faizi ilişkisine bakıldığında, politika
faizi ile TÜFE genel enflasyon oranı arasında oldukça güçlü bir ilişki
gözlenmektedir. Ancak TCMB Başkanı Eylül ayı başında yaptığı bir açıklamada
politika faizi kararlarında “çekirdek enflasyonun” dikkate alınması gerektiğini belirtmiştir.
Aşağıdaki tabloda politika faizi ve faizin belirlendiği aydan önceki yıllık
TÜFE genel ve çekirdek (C-Endeksi) enflasyon oranları yer almaktadır. 2018 yılı
Mayıs ayında yıllık TÜFE enflasyonunun yüzde 10,85’den yüzde 12,15’e yükselmesi
ile birlikte faiz artırım süreci başlamış ve haftalık repo faizi 1 Haziran 2018
tarihinde yüzde 8’den yüzde 16,50’ye yükseltilmiştir. Yıllık TÜFE enflasyonunun
Ağustos ayında yüzde 17,9’a yükselmesi üzerine politika faizi 14 Eylül 2018
tarihinde yüzde 24’e yükseltilmiş ve politika faizi 26 Temmuz 2019 tarihine
kadar bu seviyede kalmıştır. Enflasyondaki yükselişle birlikte faiz artırım
süreci 20 Kasım 2020 tarihinde tekrar başlatılmış ve 19 Mart 2021 tarihinde
yüzde 19’a kadar yükseltilmiştir. Bu tarihte faiz oranının yükseltilmesi
nedeniyle TCMB Başkanı görevden alınmış, ancak faiz oranlarında 24 Eylül 2021
tarihine kadar indirim yapılmamıştır. Bu tarihten itibaren politika faizi ile genel
TÜFE enflasyonu ilişkisi tamamen kopartılmıştır. Eylül ayındaki faiz indirimi
için çekirdek enflasyon gerekçe gösterilirken, Ekim ve Kasım ayı faiz
kararlarında bu gerekçeden de vazgeçilmiştir. Ancak döviz kurlarında ani
artışlar görülmesi üzerine, ekonomi politikalarında strateji değişikliği
yapıldığı “yüksek kur, düşük faiz politikasına” geçildiği ileri sürülmüştür. Hiçbir ön hazırlık ve ciddi bir
değerlendirme yapılmadan niçin bu strateji değişikliği yapılmıştır? Bunun
kamuoyuna açıklanmasına ihtiyaç bulunmaktadır.
Tablo:1-TCMB Politika Faizi ve Yıllık Enflasyon (%)
TCMB Politika
Faizi |
Yıllık Enflasyon |
|||
Tarih |
Oran |
Tarih |
TÜFE |
C-Endeksi |
01.06.2018 |
16,50 |
Mayıs 2018 |
12,15 |
12,64 |
14.09.2018 |
24.00 |
Ağustos 2018 |
17,90 |
17,22 |
26.07.2019 |
19,75 |
Haziran 2019 |
15,72 |
14,86 |
25.09.2020 |
10,25 |
Ağustos 2020 |
11,77 |
11,03 |
20.11.2020 |
15,00 |
Ekim 2020 |
11,89 |
11,48 |
25.12.2020 |
17,00 |
Kasım 2020 |
14,30 |
13,26 |
19.03.2021 |
19,00 |
Şubat 2021 |
15,61 |
16,21 |
24.09.2021 |
18,00 |
Ağustos 2021 |
19,25 |
16,76 |
22.10.2021 |
16,00 |
Eylül 2021 |
19,58 |
16,98 |
19.11.2021 |
15,00 |
Ekim 2021 |
19,89 |
16,82 |
·
“Düşük
faiz-yüksek kur” stratejisini niçin 2022-2024 dönemini kapsayan Orta Vadeli
Programa yansıtmadınız? Ekonomi politikalarında yapılan bu strateji
değişikliğinin hiçbir ön hazırlık ve değerlendirme yapılmadan gündeme
getirildiğinin en iyi göstergesi 2022-2024 dönemini kapsayan “Orta Vadeli
Programın” Temel Ekonomik Büyüklükleridir. Orta Vadeli Program ve Orta Vadeli
Mali Plan, “ Orta Vadeli Program (2022-2024)” adı altında birleştirilerek 5
Eylül 2021 tarihli Resmi Gazetede Cumhurbaşkanlığı Kararı olarak
yayınlanmıştır. Bilindiği gibi ilgili yılın ekonomi politikaları ve Bütçesine
esas teşkil eden politika önerileri ve ekonomik büyüklükleri Orta Vadeli
Programda (OVP) yer almaktadır. Orta vadeli Program, ekonomi yönetiminin ortak
çalışması ile oluşturulan ve siyasi otorite tarafından onaylanıp kamuoyuna
açıklanan bir belgedir. 5 Eylül 2021 tarihinde açıklanan bu programa dayalı
olarak hazırlanan 2022 Bütçesine ilişkin görüşmeler de halen TBMM’de devam
etmektedir. Ancak yeni ekonomi politikası stratejisi olan “düşük faiz-yüksek
kur” politikasının hiçbir izine, OVP ve 2022 Yılı Bütçesinde
rastlanılmamaktadır. Aşağıdaki tablo incelendiğinde, 2022-2024 dönemini
kapsayan OVP’de, ortalama GSYH büyümesinin yüzde 5’in üzerinde olacağı, net
ihracatın büyümeye pozitif katkıda bulunmaya devam edeceği, yılda ortalama 1,1
milyon kişinin üzerinde yeni istihdam yaratılacağı, döviz kurlarının kontrol
altında tutulup GSYH deflatöründen daha düşük oranda artacağı ve TÜFE yılsonu
enflasyonunun 2022 yılında yüzde 9,8’e gerileyeceği öngörülmektedir. Ortalama
dolar kurunun 2022 yılında 9,27 lira, 2024 yılında ise 10,27 lira olması
öngörülmüştür. Mevcut ekonomi yönetimi tarafından hazırlanan ve siyasi otorite
tarafından onaylanan bu Orta Vadeli Program, eleştirilen ve terkedilen eski
stratejinin oldukça başarılı olduğunu göstermektedir. Son aylarda yapılan
ekonomi politikası hataları ve gereksiz konuşmalar nedeniyle kontrolden çıkan
döviz kurları ve yükselen enflasyon karşısında gerekli önlemleri almak yerine
radikal politika ve söylem değişikliğine gidilmiştir. Hiçbir ön hazırlık yapılmadan
bu radikal politika değişikliğine gidilmesinin gerekçeleri nedir? Son yıllarda
reel efektif döviz kurlarındaki düşüşün sağladığı rekabet gücündeki iyileşme
yetersiz mi görülmektedir? Yeni strateji enflasyonun kontrolden çıkmasına neden
olur mu?
Tablo:2- Orta Vadeli Program (OVP) Temel Ekonomik
Büyüklükleri
|
2021 GT |
2022 P |
2023 P |
2024 P |
1.GSYH Büyümesi (%) |
9,0 |
5,0 |
5,5 |
5,5 |
2.Toplam Yurtiçi Nihai Talep (%) |
7,5 |
4,3 |
4,9 |
5,2 |
3.Net İhracatın Büyümeye Katkısı (% puan) |
3,4 |
1,1 |
0,6 |
0,5 |
4.İhracat (Milyar Dolar) |
211 |
231 |
242 |
255 |
5.İthalat (Milyar Dolar) |
258 |
283 |
294 |
309 |
6.Cari İşlemler Dengesi
(Milyar Dolar) |
-21,0 |
-18,6 |
-13,5 |
-10,0 |
7.İşsizlik Oranı (%) |
12,6 |
12,0 |
11,4 |
10,9 |
8.GSYH Deflatörü (%) |
20,9 |
12,9 |
8,8 |
7,9 |
9.TÜFE Yıl Sonu (%) |
16,2 |
9,8 |
8,0 |
7,6 |
10.Dolar Kuru (Ortalama, TL/$) |
8,30 |
9,27 |
9,77 |
10,27 |
YENİ
EKONOMİ STRATEJİSİNE İLİŞKİN DEĞERLENDİRMELER:
Son yıllarda döviz kurlarında
artış yaşandığında bunun olumlu etkilerini abartılı bir şekilde gündeme
getirmek siyasi iktidar ve bürokratlarının birinci görevi olmuştur. Döviz
kurlarındaki artışın rekabet gücümüzü artırarak, ihracat, üretim ve istihdamı olumlu
etkileyeceği belirtilmektedir. Döviz kurlarındaki artış sonucunda rekabet
gücündeki artışın ekonomide yaratacağı olumlu etkiler bazı ön koşulların
olmasına bağlı bulunmaktadır. Bu koşulları şu şekilde sıralayabiliriz;
·
İhracatın artırılabilmesi için üretim yapısının
uygun olması gerekir. Bilindiği gibi Türkiye’nin ihracatı büyük ölçüde imalat
sanayi ürünlerinden oluşmaktadır. İhraç edilebilecek fazlanın olması veya bu
fazlanın kısa sürede kapasite artırılarak sağlanması söz konusu olmalıdır.
·
İhracatın ithalata bağımlılığının düşük olması
ihracatta rekabet gücünü olumlu etkilemektedir.
·
İhraç ürünlerimize olan dış talebin yüksek
olması ihracatı, dolayısıyla üretim, istihdam ve büyümeyi olumlu
etkileyecektir.
·
Döviz kurlarından enflasyona geçiş katsayısının
düşük olması, yüksek döviz kurunun cari işlemler dengesine olumlu etkisini
artırırken, enflasyonist etkisini de sınırlayacaktır.
·
Ayrıca ekonominin dış borçluluğunun ve dış borç
servisinin düşük olması, rekabet gücünde sağlanan olumlu etkilerin daha belirgin
olmasına katkıda bulunacaktır.
Türkiye koşulları ve bugüne kadar uygulanan
ekonomi politikaları dikkate alındığında düşük faiz yüksek kur politikasının
ortaya çıkarabileceği risklerin dikkatli değerlendirilmesi gerekmektedir.
Öncelikle son birkaç yılda karşılaşılan iç ve dış gelişmelerin bazı alanlarda
ciddi kırılganlık ve riskler yarattığı görülmektedir. Bu risk ve kırılganlıkları
şu şekilde sıralayabiliriz;
·
Uluslararası piyasalarda enerji başta olmak
üzere temel hammadde ve tarımsal ürün fiyatlarında önemli artışlar söz
konusudur. Tüm Dünyada üretici fiyatlarında olağanüstü artışlar yaşanmaktadır.
Son günlerde döviz kurlarında yaşanan aşırı yükseliş ile birlikte
değerlendirildiğinde bu durum önemli bir enflasyonist baskı yaratması söz
konusudur. Nitekim Kasım ayı itibariyle, yıllık enflasyon Yİ-ÜFE’de yüzde
43,96, TÜFE’de ise yüzde 19,89’a yükselmiştir. Kasım ayında, Ekim ayına göre,
ortalama dolar kuru yüzde 15 artmıştır. Bu artış henüz enflasyon verilerine
yansımamıştır.
·
ABD doları cinsinden ithalat ve ihracat birim
değer endeksleri 2021 Ocak-Eylül döneminde, geçen yılın aynı dönemine göre,
sırasıyla, yüzde 20,5 ve yüzde 9,7 oranında yükselmiştir. Dış ticaret hadleri
aleyhimize dönerken, ithalat birim değer endeksindeki yüksek oranlı artış,
döviz kurlarındaki artışla birlikte değerlendirildiğinde ciddi bir enflasyonist
etki yaratma potansiyeline sahip bulunmaktadır.
·
Son yıllarda rekabet gücünde önemli bir iyileşme
gözlenmesine karşın cari işlemler açığı devam etmiştir. Nitekim 2003-2017
döneminde 107 olan TÜFE bazlı Reel Efektif Kur Endeksi, 2018-2020 döneminde
71,6’ya gerilemiş ve Türkiye’ye ciddi bir kur avantajı sağlamıştır. Cari
işlemler dengesi açığının GSYH’ya oranı da, yüzde 4,6’dan yüzde 2,3’e
gerilemiştir. 2003-2017 döneminde GSYH’nın ortalama yüzde 5,2’si kadar finans
hesabından giriş söz konusu iken, 2018-2020 döneminde finans hesabından sınırlı
bir çıkış yaşanmıştır. Cari işlemler dengesi 2021 yılı Ağustos-Eylül döneminde 2,5
milyar dolar civarında fazla vermiştir. Yılın kalan döneminde de fazla vermesi
beklenmektedir. Ancak ithalat fiyatlarında, özellikle enerji ve hammadde
fiyatlarındaki olağanüstü yükseliş dikkate alındığında, kur avantajı yoluyla
cari işlemler dengesi fazlası verme çabalarının enflasyon açısından ciddi sorun
yaratacağı tahmin edilmektedir.
·
2003 yılı sonrasında yüksek faiz ve düşük kur
politikasının uygulandığı dönem kaynak tahsislerinde önemli bir değişim
yaratmıştır. Ekonomide inşaat ve hizmet sektörü üretim ve istihdam açısından
öncelikli sektör olmuş, yatırımlar dış ticarete konu olmayan sektörler ve
altyapıya yönlendirilmiştir. 2002 yılında 130 milyar dolar olan dış borçlar
2020 yılında 450 milyar dolara yükselmiştir. Dış borç seviyesinin yüksekliği ve
hizmetler sektörünün üretim, katma değer ve istihdam açısından ağırlıklı
olması, yüksek kur politikasından beklenen yararların gerçekleşmesini önemli
ölçüde sınırlayabilir. Genel olarak enflasyonun yükselmesi, dış borç nedeniyle
finansman ihtiyacının artması ve inşaat ile hizmetler sektöründe istihdam ve
üretim kaybı önemli risk unsurları olarak değerlendirilmektedir.
·
Türkiye
ekonomisinde kriz dönemlerinin ortak özelliği, krizin öncesinde büyüme ve cari
işlemler dengesi açığında önemli yükselişin gözlenmesidir. Bu ortamda, sermaye
çıkışlarının başlaması ve bu çıkış ile tetiklenen döviz kurlarındaki
yükselişin, ithalatta düşüşe, enflasyonda ve faiz oranlarında yükselişe yol
açmasıdır. Daha sonra, imalat sanayi üretiminde daralma, ekonomide küçülme ve
işsizlik oranında yükselme gözlenmektedir. Bu gelişmelerin etkisiyle, kronik
olarak açık veren cari işlemler dengesinde önemli bir düzeltme gerçekleşmekte
ve cari işlemler dengesi fazla vermektedir.[1]
1994 krizinde ekonomi 4 çeyrek daralmış, cari işlemler dengesi de 4 çeyrek
fazla vermiştir. Benzer durum 2001 krizinde gözlenmiş, ancak 2008-2009 küresel
kriz döneminde ekonomide 4 çeyrek daralma olmasına karşın, cari işlemler
dengesi fazla vermemiştir. Rahip krizinin olduğu 2018 yılında cari işlemler
dengesi yılın ikinci yarısında ve 2019 yılı üçüncü çeyreğinde fazla vermiştir.
Bu dönemlerde GSYH büyümesi yavaşlamış, ancak sadece 2018 yılı son çeyreğinde
düşüş göstermiştir.
·
Düşük faiz politikasını savunanlar, mevcut
piyasa koşullarında TCMB politika faizinin enflasyonun altında tutulmasının
herhangi bir sorun yaratmayacağını ileri sürmektedirler. Ancak, politika
faizindeki indirimler aynı oranda mevduat faizlerine yansıtılmaktadır. Türkiye’de
mevduatların yarısından fazlasının döviz ve kıymetli maden depo hesaplarında
tutulması, düşük faiz yüksek kur politikası açısından ciddi bir meydan okumaya
neden olmaktadır. Türk lirası mevduatın reel faizinin negatif olması durumunda,
hane halkı döviz ve altına yönelmekte ve bu durum döviz kurlarında hızlı yükseliş
yanı sıra aşırı oynaklığı da beraberinde getirmektedir. 2020 yılında negatif
reel faiz uygulandığı dönemde, özellikle altına ciddi bir yöneliş olmuş ve
parasal olmayan altın ithalatı rekor kırarak cari işlemler açığının
yükselmesine de neden olmuştur. Döviz kurlarındaki olası artış ise kamu
bankaları aracılığıyla döviz satışları ile önlenmeye çalışılmış ve 2019-2020
döneminde 128 milyar dolar satılmış ve TCMB net rezerv pozisyonu negatife
dönüşmüştür.
·
Düşük faiz ile sağlanması düşünülen rekabet gücü
avantajının sürdürülebilmesi için döviz kurlarında kontrolün kaybedilmemesi
gerekir. Enflasyon yükselirken faizleri düşürmeyi sürdürmek, döviz kurlarının
kontrolden çıkmasına neden olabilir. Tasarruf sahiplerinin negatif getiriden
kaçınmak için döviz ve altına yönelmelerini önlemek için faiz politikası
kullanılmayacak ve TCMB net rezervlerinin negatif olması nedeniyle kurlara da müdahale
edilemeyecekse, her an riskle karşılaşmak söz konusu olabilir. Sabit döviz kuru
rejimi içinde gerçekleşen 1994 ve 2001 krizleri sırasında döviz kurları kısa
sürede kontrolden çıkmış ve faizlerin aşırı oranda yükseltilmesi ile kontrol
altına alınabilmiştir.
·
Küresel salgın tedarik zincirlerinde aksamaya
neden olmuştur. Bu durum Türkiye açısından ihracatta önemli bir avantaj da sağlamıştır.
Tedarik zincirindeki aksama, enerji, emtia ve navlun fiyatlarındaki yükseliş,
tüm ekonomilerde ve Türkiye’de fiyatların ve enflasyonun yükselmesine de yol
açmıştır. Kurdaki yükselişten bağımsız olarak, bu unsurlar ciddi bir enflasyon
riski yaratmış bulunmaktadır.
·
Döviz kurlarındaki aşırı yükseliş asgari ücret
artış talebini de beraberinde getirmiştir. 2021 yılında oldukça yüksek seyreden
gıda enflasyonuna ilave olarak hızla yükselen döviz kuru ve enflasyon, 2022
yılında asgari ücretin yüzde 40 civarında artırılması taleplerini gündeme
getirmiştir. Bu “düşük faiz yüksek kur” politikasının olası bir enflasyonist
kısır döngü yaratmasının ilk belirgin işaretini oluşturmaktadır.
·
TCMB Başkanı ve yeni ekonomi stratejisini
savunanlar, bu politikanın ihracat, üretim ve istihdam artışları yanı sıra
enflasyonu da düşüreceğini ileri sürmektedirler. Döviz kurlarındaki yükselişin ekonominin
rekabet gücünü artıracağını ve cari işlemler dengesinde fazla yaratacağını, bu
fazlanın ortaya çıkaracağı döviz bolluğunun ise döviz kurlarını ve enflasyonu
olumlu etkileyeceğini ileri sürmektedirler. Ancak bu stratejinin kısa vadede
enflasyonu artırıcı etkisi olacağını, ihracat artışı için ihraç edilebilir
fazla yaratılması gerektiği, bunun için yeni yatırımlara gidilmesi ve yurtiçi
tüketimin daraltılmasının söz konusu olduğundan hiç söz edilmemektedir.
YENİ STRATEJİNİN ENFLASYON ÜZERİNE OLASI ETKİLERİ:
2001 krizinden sonra
enflasyon, yüksek faiz, düşük kur politikasıyla önemli ölçüde kontrol altına
alınmıştır. Bu dönemde uygulanan ekonomi politikaları sonucunda, ekonomide
kronik cari işlemler dengesi açığı gözlenmiş, dış borçlanma artmış ve Türk
lirasının değerlenmesi nedeniyle de rekabet gücü kaybı yaşanmıştır. Ancak 2017 yılından
itibaren Türk lirası reel olarak değer kaybetmeye başlamış ve enflasyonda yükseliş
gözlenmiştir. Ekonomi yönetimi 2018 yılından itibaren döviz kurlarında ortaya
çıkan yükselişin rekabet gücümüzü olumlu etkileyeceği söylemini sık,suk
kullanmaya başlamıştır. Buna karşın, enflasyon ve döviz kurlarındaki aşırı
yükselişi önlemek için, gecikmeli de olsa politika faizinde artış yapmaktan
kaçınmamıştır. Nitekim rahip krizinin etkisiyle kurlarda ani bir sıçramanın
yaşandığı 2018 yılı ikinci yarısında haftalık repo faizini önce yüzde 8’den
yüzde 16,5’e, daha sonra da yüzde 24’e kadar yükseltmiş ve 10 ay bu seviyede
tutmuştur. Benzer şekilde döviz kurlarındaki artışın etkisiyle 2020 Kasım ayında
da faiz artırım sürecini başlatmış, politika faizini önce yüzde 10,25’ten yüzde
15’e, daha sonra yüzde 17 ve yüzde 19’a yükseltmiştir. Ancak son faiz artırım
kararından sonra Cumhurbaşkanı TCMB Başkanını görevden almıştır.
Ekonomi yönetiminin
enflasyon yükselirken politika faiz oranında Eylül ayından itibaren indirime
gitmesi, döviz kurlarının hızla yükselmesine neden olmuştur. Buna rağmen faiz
indirim sürecinin devam ettirileceği mesajının tekrarlanması döviz kurlarında
yükseliş yanı sıra oynaklığı da ciddi ölçüde artırmıştır. Siyasi otorite döviz
kuru artışlarının fiyat artışları ve enflasyonist süreç üzerine etkilerini çok
hafife almaktadır. Uygulanmakta olan yeni stratejinin temel başarı koşulu
enflasyonist bir süreç yaratmamasıdır. Enflasyonist bir kısır döngüye girilmesi
durumunda, birbirini takip eden kur ve fiyat artışlarının ortaya çıkma riski
bulunmaktadır. Yapılan bir çalışmada döviz kurundan enflasyona geçiş katsayısı
2016 öncesinde yüzde 15 iken, 2017 sonrası dahil edildiğinde bu katsayının
yüzde 27’ye yükseldiği belirtilmektedir.[2]
Ayrıca, eskiden geçişin yüzde 80’i dokuz ay içinde tamamlanırken, bu sürenin
altı aya indiği ifade edilmektedir.
Türkiye’nin geçmiş
enflasyon tecrübeleri incelendiğinde içinde bulunduğumuz süreç 1970’leri
hatırlatmaktadır. Düşük iki haneli enflasyon rakamlarının görüldüğü 1970-1976
döneminde ortalama Toptan Eşya Fiyatları Endeksindeki artış yüzde 16,6 iken,
1977 yılında yüzde 24’e, 1978 yılında yüzde 53’e ve 1979 yılında yüzde 64’e kadar
yükselmiştir. Gerekli önlemlerin alınmaması durumunda enflasyon kontrolden
çıkmakta ve kur-enflasyon-ücret artışları birbirlerini besleyen bir sürece dönüşmektedir.
2021 yılında enerji ve
emtia fiyatlarında olağanüstü artışlar olmuştur. Dolar cinsi ithalat
fiyatlarının 2021 yılında yüzde 16 yükseldiği tahmin edilmektedir. Mamul madde
fiyatları yüzde 5,5 artarken, yakıt dışı emtia fiyatları yüzde 26,7, ham petrol
fiyatları ise yüzde 64,4 oranında artmıştır[3].
Türkiye’nin dışarıdan enerji ve emtia fiyatlarındaki yükseliş nedeniyle önemli
oranda enflasyon ithal ettiği bir dönemde, politika faizinin düşürülerek yüksek
kur politikası uygulamasının başlatılması “yangına körükle gitmeye” benziyor.
Normal koşullarda ithal fiyatlarında yaşanan artış nedeniyle enflasyonda
meydana gelen yükseliş karşısında politika faizi artışından kaçınmak mümkün
iken, TCMB’nin faiz indirim sürecini başlatması stratejik bir hata olarak
değerlendirilmektedir.
5 Eylül 2021 tarihinde
yayınlanan ve 2022-2024 dönemini kapsayan Orta Vadeli Programda, 2022 yılında
GSYH deflatörünün yüzde 12,9, ortalama dolar kurunun yüzde 11,7 ve yıllık TÜFE
enflasyonunun da yüzde 9,8 artması öngörülmüştür (Tablo:1). Bu tahminlere göre
hazırlanan 2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı 25 Ekim 2021 tarihinde
Resmi Gazete yayınlanmış ve 2022 Yılı Bütçesi de TBMM’ne sunulmuştur. Ancak
uygulamaya konulan yeni ekonomi politikasının yarattığı son ekonomik
dalgalanma, 2022 Yılı Program ve Bütçesine ilişkin tahmin ve ekonomik
büyüklükleri geçersiz hale getirmiştir.
2021 yılı son aylarındaki
gelişmeler ve 2021 yılı Temmuz-Eylül dönemi GSYH verileri, Orta Vadeli
Programda yer alan 2021 yılı büyüme, GSYH deflatörü ve dolar kuru tahminlerinde
de önemli değişikliklere neden olmuştur. OVP’de yüzde 9 olarak varsayılan GSYH
büyüme hızının yüzde 10’u aşması, GSYH deflatörünün yüzde 20,9’dan yüzde 25,5’e
yükselmesi ve 8,30 lira olan ortalama dolar kuru tahmininin 8,82 liraya
yükselmesi söz konusu olacaktır. Kurlardaki yükseliş, beklentileri olumsuz
etkileyerek mal ve hizmet fiyatlarında artışa yol açmaktadır. Toplumda fiyat
artışları karşısında, daha yüksek maaş ve ücret artışı beklentileri de
yaygınlaşmaya başlamıştır.
2022 YILI ALTERNATİF ENFLASYON TAHMİNLERİ:
Çalışmanın
bu bölümünde, 2021 yılı son çeyreğinde yaşanan döviz kuru krizi ile olası
asgari ücret artışlarının 2022 yılı enflasyon tahminleri üzerine etkileri
hesaplanmaya çalışılacaktır. Bilindiği gibi döviz kuru ve ücret artışları tüm
sektörleri ve harcama kalemlerini etkilemektedir. Döviz kuru ve ücret
artışlarının enflasyon üzerine etkilerini belirleyebilmek için Girdi-Çıktı
Tablosundan yararlanılarak hesaplanan ithal girdi ve ücret yoğunluğu
katsayıları kullanılmaktadır.[4]
2012 Yılı Girdi-Çıktı Tablosu aracılığıyla hesapladığımız, sektörlerin ve nihai
talep unsurlarının doğrudan ve dolaylı ithal girdi ve ücret ödemelerine ilişkin
katsayılar Ek Tablo:2’de yer almaktadır. 2012 yılına ilişkin bu katsayıların
büyük ölçüde 2020 yılı içinde geçerli olduğunu kabul edebiliriz. 2012 yılı Girdi-Çıktı
Tablosu toplulaştırılmış büyüklükleri ile 2020 yılı Kurumsal Sektör Hesapları
karşılaştırıldığında, ücret ödemelerinin üretim değerine oranının 0,59 puan
artarak yüzde 14,83’ten yüzde 15,42’ye çıktığı görülmektedir. Mal ve hizmet
ithalatının üretime oranı ise 1,96 puan artmış ve yüzde 15,16’dan yüzde
17,12’ye yükselmiştir (Ek Tablo:1). 2020 yılındaki bu yükseliş dikkate
alınarak, 2012 yılındaki ithal girdi ve ücret katsayıları revize edilmiştir
(Tablo:3). 2012 yılında yüzde 17,92 olan toplam ithal girdi oranı yüzde
20,24’e, yüzde 22,04 olan ücret oranı ise yüzde 22,92’ye yükselmiştir.
Aşağıdaki tabloya göre ithal
girdi yoğunluğunun en yüksek olduğu sektörler, sırasıyla, enerji (yüzde 45,21),
imalat sanayi sektörü (yüzde 35,81) ve inşaat sektörüdür (yüzde21,31). Hizmet
sektörünün toplam ithal girdi yoğunluğu ise yüzde 10,7’dir. Nihai talep
unsurları içinde ise mal ve hizmet ihracatı (yüzde 33,01) ile sabit sermaye
yatırımlarında (yüzde 21,94) ithal girdi yoğunluğu yüksektir. Ekonomi genelinde
doğrudan ve dolaylı toplam ücret yoğunluğu yüzde 22,92’dir. Ücret yoğunluğu
hizmetler sektöründe yüzde 29,52, madencilik sektöründe yüzde 22,55, inşaat
sektöründe yüzde 19,82 ve imalat sanayi sektöründe yüzde 18,75’dir. Nihai talep
unsurları içinde ücret yoğunluğunun en yüksek olduğu harcama grubu yüzde 60,24
ile devletin nihai tüketim harcaması, yüzde 21,87 ile hanehalkı tüketim
harcaması gelmektedir. Sabit sermaye yatırımlarının toplam ücret yoğunluğu
yüzde 21 iken, mal ve hizmet ihracatında bu oran yüzde 19,34’tür.
Tablo:3- 2020 Yılı Tahmini Sektörlerin
ve Nihai Talebin İthal Girdi ve Ücret Yoğunluğu (*)
2021 yılı Kasım ayında politika faiz oranının tekrar düşürülmesi
ve indirim sürecinin Aralık ayında da devam edeceğine ilişkin açıklamalar,
döviz kurlarında aşırı yükseliş ve oynaklığa neden olmuş ve Kasım ayının son
günlerinde dolar kuru ortalaması 12,50 liranın üzerinde seyretmiştir. Orta
Vadeli Programda 2022 yılı için 9,27 lira olan ortalama dolar kuru tahmini
geçerliliğini yitirmiş bulunmaktadır. 2022 yılında ortalama dolar kurunun, 13,75,
14,00 ve 14,50 lira olacağı varsayımına göre kurdaki bu yükselişin 2022 yılı
GSYH deflatörüne etkileri incelenmeye çalışılmıştır (Tablo:4). İthalat
fiyatlarındaki artış, OVP’de öngörüldüğü gibi, tüm alternatiflerde yüzde 2
olarak kullanılmıştır. Kur artışının etkisi hesaplanırken, döviz kuru ve
ithalat fiyatlarındaki artış birlikte değerlendirilmektedir.
Döviz
kurlarındaki yükseliş, asgari ücret artışına ilişkin talepleri de artırmıştır.
2021 yılında gıda fiyatlarındaki yükseliş nedeniyle geçim koşullarının
ağırlaşması, asgari ücrete ilişkin beklentileri yükseltmişti. 2022 yılında Orta
Vadeli Programda net asgari ücretin 3.400 lira, maaş ve diğer ücretlerin ise
ortalama yüzde 15 artırılacağı varsayımı yapıldığı kabul edilmiştir.
Çalışanların yüzde 45’inin asgari ücretle, yüzde 55’inin ise daha yüksek
ücretle çalıştığı varsayılmıştır. 2022 yılı için asgari ücret dışındaki ücret
ve maaşlarda yüzde 20 artış yapılacağı öngörülmüştür.
Tablo:4- Alternatif Kur ve
Ücret Artışları ve Enflasyona Etkileri
Tabloda, net asgari ücretin 2022 yılında 3.850
ile 4.250 lira arasında belirlenebileceği varsayımı yer almaktadır. Ancak, son
günlerdeki döviz kuru şoku sonrası yapılan fiyat ayarlamaları nedeniyle, net
asgari ücretin 4.000 lira ve üzerinde belirlenme olasılığı da artmış
bulunmaktadır. 2022 yılında OVP’de GSYH deflatörünün yüzde 12,9 oranında
artması hedeflenmişti. GSYH deflatöründeki bu artışın, girdi-çıktı tablosu
aracılığıyla hesapladığımız 6,8 puanının kur ve ücret artışından, kalan 6,1
puanının ise diğer maliyet unsurlarından kaynaklandığı tahmin edilmektedir.
Diğer maliyet unsurları, ithal girdi ve ücret ödemeleri dışında kalan tüm
maliyet unsurlarından (ücret-dışı gelir, kar, finansman gideri ve vergi vb.)
oluşmaktadır.
Tablo:4’te, 2022 yılı için
alternatif kur ve net asgari ücret artışlarının GSYH deflatörüne etkilerine
ilişkin veriler yer almaktadır. Alternatif varsayımlara göre, OVP’de yüzde 12,9
olması öngörülen 2022 yılı GSYH deflatörünün, yüzde 31,7 ile yüzde 40,7 arasına
yükselebileceği hesaplanmaktadır. Net asgari ücretin 4.000 lira, ortalama dolar
kurunun 14 lira olduğu II. senaryoda GSYH deflatörü OVP tahminine göre 23,8
puan artarak yüzde 36,7’ye çıkmaktadır. Net asgari ücretin 4.250 lira, ortalama
dolar kurunun 14,50 lira olduğu III. Senaryoda ise GSYH deflatörü yüzde 40,7’ye
yükselmektedir.
Maliyet unsurlarındaki
bu artışlar nihai talep unsurları deflatörlerini de olumsuz etkileyecektir. Kur
ve ücret artışlarının hane halkı tüketim deflatörünü 13,7 ile 17,5 puan
arasında yükselteceği hesaplanmaktadır (Ek Tablo:3). Bu oranlar, gayrisafi
sabit sermaye yatırımları için 17 ile 21,9 puan arasında iken, mal ve hizmet
ihracatı için 22,2 ile 28,9 puan arasındadır. Diğer bir ifadeyle, döviz
kurlarındaki artışın mal ve hizmet ihracatına sağladığı avantajın yaklaşık
yüzde 43’ü, kur ve ücretlerdeki yükselmenin neden olacağı maliyet artışı ile
kaybedilmektedir.
Yukarıdaki hesaplamalar, düşük faiz-yüksek kur politikasının enflasyonu
kontrolden çıkartabileceğini göstermektedir. Özellikle, içinde bulunulan siyasi
ortam ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin yaklaşması nedeniyle iktidarın asgari ücret,
memur ve emeklilerin gelirlerinde iyileştirme ve sosyal destekler konusunda
göstereceği tavır, kur artışı-enflasyon ve ücret artışı sarmalına girme
olasılığını artırmaktadır. Şu an içinde bulunulan ortam, enflasyon
beklentilerini ve fiyatlandırma davranışlarını önemli ölçüde olumsuz etkilemiş
bulunmaktadır. Mevcut söylemlerin sürdürülmesi ve TCMB’nin her hangi bir karar
almaması, kısa sürede yüksek oranlı enflasyonla karşılaşmamıza neden olabilir.
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME:
Düşük
faiz-yüksek kur politikasına, Türkiye ekonomisinin mevcut yapısı ve koşulları
değerlendirilmeden, hazırlıksız bir şekilde geçildiği anlaşılmaktadır. Düşük
faiz-yüksek kur politikası ile büyüme, istihdam ve ihracatın artırılarak cari
fazla sağlanacağı ve bununda enflasyonla mücadeleye pozitif katkıda bulunacağı
ifade edilmektedir. Ancak bu kadar yararı olan bu politikanın niçin daha önce
uygulanmadığı ve niçin 2022 yılı Orta Vadeli Programı ve bütçesinin bu
politikayla tutarlı olarak hazırlanmadığı anlaşılamamaktadır.
Enflasyon ve enflasyonist
bekleyişler yükselirken, politika faizi indirim sürecinin başlatılması sonucu
döviz kurlarındaki sıçramaya karşı bir savunma gerekçesi olarak, rekabetçi kur
ve yararları kamuoyuna açıklanmaktadır. Bilindiği gibi 2003-2016 döneminde,
mevcut iktidarın uyguladığı yüksek faiz-düşük kur politikası Türk lirasını
değerlendirerek rekabet gücünü olumsuz etkilemiş ve cari açık ve dış borçların
yükselmesine neden olmuştu (Grafik:1). Ancak 2016 sonrasında reel efektif kur
endeksi ve sanayi sektöründe dolar cinsinden birim ücret endeksine
bakıldığında, Türk lirasının ve ekonominin oldukça rekabetçi bir seviyeye
geldiği görülmektedir.
2003=100 TÜFE bazlı reel efektif
döviz kuru endeksi 2004-2016 döneminde ortalama 110 civarında iken, 2016
sonrasında kurlardaki artışın etkisiyle endeks hızla gerilemiş ve 2020 yılında
67,4 değerini almıştır. 2021 yılı Ocak-Eylül döneminde ise reel kur endeksi
63,4’e inmiştir. Benzer şekilde, sanayi sektöründe 2015=100 bazlı dolar cinsi
birim ücret endeksi de 2021 Ocak-Eylül döneminde 74,8’e gerilemiştir
(Grafik:2). Aşağıdaki grafikler, son yıllarda kur seviyesin rekabet açısından
sorunlu olmadığını göstermektedir. Cari işlemler dengesinde gözlenen
yükselişler, genelde aşırı kredi genişlemesi ve altın ithalatındaki artışlardan
kaynaklanmıştır.
|
|
Döviz kurunun yükselmesinden genelde olumlu etkilenecek olan mal ve
hizmet ihracatı 2020 yılında ekonomideki toplam mal ve hizmet üretiminin yüzde
15’i civarında bulunmaktadır. Özellikle imalat sanayi ihracatının yüksek kur
politikasından çok olumlu etkileneceği ve büyüme ve istihdamı olumlu
etkileyeceği belirtilmektedir. 2021 yılı Ocak-Eylül döneminde imalat sanayi
istihdamının toplam istihdam içindeki payı yüzde 19,7’tür. 2019-2020 döneminde
yüzde 18,7 olan katma değer içindeki payı 2021 yılı Ocak-Eylül döneminde yüzde
21,4’e yükselmiştir. Bu oranlar ihracat ve imalat sanayi üretim faaliyeti
haricinde, ekonomide önemli bir iktisadi faaliyet alanı da olduğunu göstermektedir.
Düşük faiz- yüksek kur politikasının yaratacağı sorunlar tüm sektörlerin yanı
sıra imalat sanayi üretimi ve ihracatını da olumsuz etkileyebilecektir. Toplam
ithal girdi kullanımının imalat sanayiinde yüzde 35, mal ve hizmet ihracatında
ise yüzde 33 olduğu dikkate alınırsa (Tablo:3), yüksek kurdan beklenen yararın
kısmen maliyet artışları nedeniyle kaybedileceği anlaşılmaktadır. Yükselen
enflasyon nedeniyle ortaya çıkacak olan ücret artış talepleri de, ihracat ve
istihdam açısından bir diğer sorunu oluşturacaktır.
Türkiye, salgın sırasında Çin’de
yaşanan tedarik sorunları nedeniyle avantajlı konuma gelmiş ve ihracatta önemli
bir artış sağlamıştır. Büyümenin, istihdamın ve ihracatın arttığı, ancak dış ve
iç koşullar nedeniyle enflasyonun yükselmeye başladığı bir dönemde, gereksiz ve
tutarsız bir kararla faiz indirim sürecine başlanmış ve tüm dengeler alt, üst
edilmiştir. Öncelikle enflasyon ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkmış
bulunmaktadır. Kaçınılmaz olarak enflasyonda maliyet kanallı önemli bir yükseliş
olması beklenmektedir. Enflasyonist sürecin durdurulması büyük ölçüde döviz kurlarına
bağlı görülmektedir. Ancak mevcut söylem ve politikalar çerçevesinde döviz
kurlarında istikrarın nasıl sağlanacağı da bilinmemektedir. Bu belirsizlik
üretim, istihdam ve yatırımları olumsuz etkilerken, ekonomideki dengesizliği de
derinleştirip, kalıcı hale gelmesine neden olabilir.
Son yıllarda yükselen enflasyon ve
işsizlik toplumda şikayetleri artırmış ve mevcut ekonomi politikalarına güveni
azaltmıştır. Ekonomik kalkınma ve istikrar için kapsamlı bir programa ihtiyaç
olduğu söylemi toplumda gündeme getirilmeye başlanmıştı. Beklentilerin aksine
hiçbir ön hazırlık ve değerlendirme yapılmadan ekonomik politikalarda stratejik
bir değişiklik yapılmıştır. Kamu kesiminin politikaları konusunda piyasalara
orta vadeli bir perspektif vermeyi amaçlayan Orta Vadeli Programın hazırlanıp,
açıklandığı bir dönemde, böyle bir değişikliğe gidilmesi kabul edilemez bir
çelişki oluşturmaktadır.
Nitekim bu ani ve
hazırlıksız değişim, olumsuz etkisini ilk önce döviz kurlarında, uzun vadeli
tahvil faizlerinde ve Türkiye’nin risk priminde göstermiştir. Bu kaotik ortamın
devam etmesi durumunda, kur-enflasyon-risk primindeki yükselme ve
belirsizliğin, üretim-yatırım ve istihdamı olumsuz etkilemesi söz konusu
olacaktır. Bu kaotik ortamdan çıkış için bir an önce söylem ve eyleme
sağduyunun hakim olması gerekmektedir. Böylece akılcı ve tutarlı ekonomik
politikaları uygulama imkanı da söz konusu olabilecektir.
Ek Tablo:1- 2012
Yılı Girdi-Çıktı Tablosu ve Kurumsal Sektör Hesapları (*)
Kaynak:TÜİK.
(*) 2012 yılında Mal ve Hizmet İhracatı
Girdi-Çıktı Tablosu ile Kurumsal Sektör Hesaplarında farklılaşmıştır. Bu
farklılık, Girdi-Çıktı Tablosu yayınlandıktan sonraki yıllarda, Dış Ticaret
İstatistikleri (Özel Dış Ticaret sisteminden Genel Dış Ticaret sistemine
geçiş), Uluslararası Hizmet Ticareti İstatistikleri (UHTİ) ve Ödemeler Dengesi
İstatistiklerinde (ÖDİ) yapılan revizyonlardan kaynaklanmıştır.
Ek Tablo:2- 2012
Yılı: Sektörlerin ve Nihai Talebin İthal Girdi ve Ücret Yoğunluğu
Kaynak: Zafer YÜKSELER, “1985-2012 Döneminde Türkiye Ekonomisinde Yapısal Dönüşüm ve İthalat Bağımlılığı”, https://www.academia.edu/attachments/59050187/download_file?s=portfolio
Ek Tablo:3_ Alternatif Kur ve Ücret Artışı Varsayımının Sektörlere ve Harcamalara Etkisi
[1] Z.YÜKSELER,
“Türkiye’de Cari İşlemler Fazlası ve Olası Etkileri”,
https://www.academia.edu/37894897/T%C3%9CRK%C4%B0YEDE_CAR%C4%B0_%C4%B0%C5%9ELEMLER
[2] Hakan
Kara ve Çağrı Sarıkaya, “Enflasyon Dinamiklerindeki Değişim, Döviz Kuru
Geçişkenliği Güçleniyor mu?”, Ekonomik Araştırma Forumu Çalışma Raporu No:2121.
[3] 2022
Yılı Programı, Tablo:I-16
[4] Zafer
YÜKSELER, “1985-2012 Döneminde Türkiye Ekonomisinde Yapısal Dönüşüm ve İthalat
Bağımlılığı”, https://www.academia.edu/attachments/59050187/download_file?s=portfolio
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder